sana büyük bir sır söyleyeceğim zaman sensin zaman kadındır gönlü çelinsin ister zaman hep okşansın diz çökülsün hep dökülmesi gereken bir giysi gibi ayaklarına taranmış bir upuzun saç gibi zaman soluğun buğulandırıp sildiği ayna gibi zaman sensin uyuyan sen şafakta ben uykusuz seni beklerken sensin gırtlağıma dalan bir bıçak gibi ah bu söyleyemediğim işkencesi hiç geçmeyen zamanın bu durdurulmuş zamanın işkencesi mavi çanaklarda kan gibi bu göz susuzluğundan sen yürürken odada bense bilirim büyüyü bozmamak gerektiğini daha beter seni kaçak seni yabancı bilmekten aklın ayrı bir yerde gönlün ayrı bir yüzyılda kalmaktan tanrım ne ağırdır sözcükler asıl demek istediğim bu hazzın ötesinde taşındı sevgim hiçbir zararın erişemeyeceği yerde bugün sen ki benim saat-şakağımda vurursun boğulurum soluk alıp vermesen tenimde bir duraksar ve yerleşir adımın sana büyük bir sır söyleyeceğim her söz dudağımda bir dilenen zavallı acınacak birşey ellerin için kararan birşey bakışı
Hasan Ali Toptaş'tan "Sana Mektup Yazmak" üzerine... "Sana mektup yazmak bugüne kadar aklımın ucundan bile geçmemişti. Geçseydi ve daha önce oturup yazabilseydim, herhalde her iki satırdan birini senin için boş bırakırdım. Ya da, senin için, içleri harflerle dolu çeşitli boşluklar yaratırdım sayfaların yüzünde. Senin için de değil aslında, bunu, mektup dediğimiz metnin metin olabilmesi için yapardım. Bir bakıma, seni düşünmeksizin senin için. İşte, şimdi bile bu mektubu yazarken yukarıdaki paragrafı arada bir tekrarlamayı nasıl arzu ediyorum bilemezsin. Aklımdaki geçmişin gölgesine oturup yüzümü geleceğe doğru dönerek onu değişik şekillere sokmayı, bu şekillerin arasından birini seçmeyi, seçtiğim şeklin üstünü öteki şekillerin tadından oluşan yumuşak bir sisle örtmeyi ve kelimeleri bu sisin altından çıkarıp tek tek güneşe tutmayı da arzu ediyorum aslında. Bunları yaparken her şeyi, ama her şeyi unutup sadece yaptığım şeyin kendisine dönüşmeyi de arzu ediyorum hatta;
" Mısır'ı soyun diyordu Musa/ Belleksizdir Firavun "* Elli Dört Yıl önce dün... Elli Dört yıl önce bugün... Kent çıldırmış deli bir hayvan gibiydi. Kentin göbeği akıl almaz biçimde yağmalanıyordu. İnsanlar sokaklarda sürükleniyor, iş yerleri yakılıp yıkılıyordu. Kimdi bu insanlar? Komşuları. Yakan, yıkan, yağmalayanların komşuları. Önceki gün apartman kapısından girerken selam verdiği, sokakta oynayan çocuğuna göz kulak olmasını söylediği esnaf, kahve içmeye gittiği karşı komşu. Evinin perdelerini seçtiği kumaşçı, her gün alışveriş yaptığı bakkal, aynı dairede çalıştığı mesai arkadaşı, askerlik arkadaşı... 6-7 Eylül olayları nedeniyle Askeri Mahkemenin 25.11.1955 tarihli kararında şöyle yazıyor: "6/7 Eylül 1955 hadiselerinde tahrik , teşvik ve iştirakten..." 6 Eylül önceki günden hiç de farklı değildi. Komşuluğu, kardeşliği, dostluğu hiç yaşanmamışçasına bir gecede değiştiren neydi peki? Tutanaklara geçen "tahrik" neyin nesiydi? " Atamızın Evi
Yorumlar
Yorum Gönder